Tuesday, June 8, 2010

Zaman(sız) Sanrı


Sanki zamanlı yağıyormuş gibi yüzsüzce yağdı yağmur. Hala da yağıyor. Mayıs’ın 2’si. Ama ne önemi var ki şimdi zamanın. Ben burada durup dışarıda yağan yağmura bakıyorsam ve beynim tam olarak istifleyip şekillendiremediğim, onlarca, yüzlerce düşünceyle baş edemiyorsa zamanın ne önemi var.

Kifayetsiz zaman.

Hani yağmur yağmasa düşünmeyecek miyim tüm bunları? Elbette düşüneceğim ama yağmur üzerine sayıklamak ve bir yazıyı köşesinden yakalamak sırf yağmur yağıyor diye tuhaf bir ruh halinde olmak demek aslında.

Sayıklama ve tekrar.

Zaman(sız) Sanrı.

Nietzsche’ye katılmak mı gerekir “Beklemek ahlaksız kılar” dediğinde? Yoksa ona inat erdemli mi olunmalı? “Erdem uyumuşsa deha zinde kalkar'dediğini bile bile.

Nietzsche’yi inkar ettim. Nietzsche ÖLDÜ.

Şimdi dış dünya ile köprüler kurmalıyım. Duygusallığımı kabullenmeliyim. Yaratma güdülerim serbest kalmalı. Bir şeyler çıkmalı varlığımın biricikliğinden dışarı. Doğurmalıyım. Anima’ya bakmalıyım aynadan. Onun ağzından konuşmalı, onu teşvik etmeliyim ki bütünlenebileyim. Peki tüm bunları daha sosyal olarak mı yapabilirim?

Elbette ötekine ihtiyacım var. Bütünlüğümün tanımını öteki olmazsa yapamam. Beni ben olarak bütünlemem için ötekini de tanımlamalıyım. Ve öteki olmalıyım bir diğeri için. Yani sosyalleşmeliyim. Sosyalleştiğim oranda özgürleşebilir miyim peki? Böyle bir orantı kurmak mümkün mü? Bu orantı doğru mu işler ters mi?

Hayır sosyalleştiğim oranda özgürleşemem ya da özgür olabilmek için sosyalleşmemeliyim. Ne kadar sosyalleşirsem o kadar bağımlı olurum. Aynı zamanda özgürleştiğim oranda yalnızlaşırım da. Yalnızlaştığım oranda da özgürümdür dolayısıyla.

E sosyal insanlar olduğumuza göre yani insan doğası gereği sosyal olmak zorunda olduğundan doğası gereği özgür de değildir. İşte sırf bu yüzden özgürlük bir kandırmacadır insanın kendi kendine yarattığı. Önce özgür olmamak –sosyal olmak- için sistemler kurup sonra da özgürlük için savaşmak hangi hastalıklı zihnin sonucudur?

Buradan aslında hepimizin birer mazoşist olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz ama aynı zamanda sadist hatta faşist olan da bizlerizdir.

Passolini, Salo ya da Sodom’un 120 günü adlı filminde Marquis de Sade’ın fantezi dünyası ile –ki birçoğu gerçekten kurgusal olmaktan öteye geçemez ve sadece tekrardan ibarettir- Musolini’nin faşist diktasını öyle bir harmanlar ki “idarecilerin” faşizan tavırlarla dolu, Sade ile çeşnilendirilmiş işkencelerine maruz kalan “idare edilenler”’in, yemek sırasında faşist marşı söylenirken kendilerini tutamayıp coşkun bir şekilde marşa eşlik ettiklerini gördüğümüzde kanımız donar.

Buradan Foucault’nun Özne ve iktidar’ına geliriz. Aslında özgürlüğümüzü elimizden alan iktidar tavandan tabana yayılmaz. Yönetim üstte değildir. En alttan yukarıya doğru işler ve kendi içinde kendisini yaratır. Bu Foucault’nun “İçselleştirilmiş İktidar”ının ta kendisidir.

Yani sosyal olmak zorunda olduğumuza göre iktidar mekanizmalarını da oluşturmamız şarttır. Bilinçli ya da bilinçsiz yönetilmek durumundayız. O yüzde oraya buraya çıkıp da özgürlük, özgürlük diye bağırmayın çünkü tersini zaten siz yarattınız.

Normlar yaratınız, anormali tanımladınız normali koruyabilmek için. Ve ötekini, deliyi, suçluyu tanımladınız ki normal insanı onlardan koruyabilesiniz. Sonra polisiniz parladı kurtarıcılarınız olarak, sizi sizin kurallarınızdan ve sizden korudu. Suç ve suçluyu her zaman yeniden üretmek gerekiyordu ki polis paslanmasın.

Toplumsal ahlakı tanımladınız. Sokakta para karşılığı seks yapan kadınları fahişe olarak damgalayıp, toplayıp kapatırken kendiniz genelevler açtınız. Ortada vergi varsa sonrada üretilen toplumsal ahlak kurallarınızın şekli değişebilirdi. Pezevenklik kurumunu yeren devlet, halkın pezevengi olmuştu ama halkın haberi yoktu.

Toprak kokuyor şimdi buram buram. Hani romantik olayım diyorum. Toprak kokusu hafif bir müzik ve kırmızı şarap ama olamıyorum. Toprak, uğruna milyarlarca kan dökülen toprak, huzursuz ediyor düşününce. Ölüm anksiyitemi destekleyen klastrofobik bir hisse dönüşüyor toprak kokusu beynimde. Şarabı fon dipliyorum. Kekremsi tadında kan var.

Anlam arayışının yitmesi ölümün bile kifayetsiz kalması demek şimdi.

Hayyam’ın dizeleri çınlıyor beynimde;

Elimde olsa dünyayı küçümserdim;

İyisine de kötüsüne de yuf çekerdim;
Daha doğrusu bu aşağılık yere
Ne gelirdim, ne yaşardım, ne de ölürdüm

Özne olarak ben, uzamı zihin sürecimden geçiriyorum. Şeyleri yalın gerçekliklerinden alıp anlam bağlamında dönüştürerek simgesel evrenimin içine taşıyorum ve anlam boyutunda yeniden kuruyorum. Nesneler metaforik içerikler kazanıyor ve anlam arayışına geri dönüyorum.

“Anlamın anlamı sonsuz imadır” der Derrida. Evet, ima ediyorum. Sonsuz kere ima ediyorum. Bu bir sayıklama. Anlam belki de Marksizmin ileri sürdüğü gibi, görünenin ardındaki gerçeklikte değil doğrudan doğruya bu görüntülerin açık olarak sunduğu kodlar düzenindedir.

Anlamı kodlamalıyım. Belki de sanat yapmalıyım. Ama bir sanat eserinin içerdiği anlam özneden özneye değişiyor ve böylece yapıtın nesnelliği diye bir şeyden söz etmenim olanağı kalmıyor. Her birimizin gerçekliği farklı okuması ortada kendine özgü ilişkileri tarif edilebilen bir gerçeklik olmadığını da gösteriyor. Bir yandan gösterenlerin kendisi de gösterilene dönüşüyor ve bu Baudrillard’cı bakış açısıyla sonsuz değişkenlik halindeki bir durumdan mutlak bir anlam çıkarma olanağı kalmıyor.

Bu noktada da Post-anlam’ın göbek bağını kesmek durumunda kalıyoruz. Yani anladığımızı sandığımız her şeyi aslında baştan kurgulamalıyız.

Bu sonsuz bir sayıklama. Zaman(sız) Sanrı.

Bize özgürlük vaat ediliyor. Aslında anlamlandırma sürecinde özneye tanınan sözde sonsuz özgürlük, bütün eylemin boşuna olduğu iması ile bir başka tutsaklığın üstünü mü örtüyor? Matrix’deki ana kahramanın isminin Neo olması Neo-gerçeklik kavramına bir gönderme mi yoksa?

No comments:

Post a Comment