Wednesday, October 20, 2010

Interested? Got a question? Contact me here
a great room @ the upper-class area

Large
Bed in private room

$69
per night
Includes:
Cl_bullet Smoking Allowed
Cl_bullet TV
Cl_bullet Cable TV
Cl_bullet Internet
Cl_bullet Wireless Internet
Cl_bullet Elevator in Building
Cl_bullet Kitchen
Cl_bullet Washer / Dryer
Cl_bullet Gym
Description
Clearly the BEST thing about this flat, is the LOCATION. Nişantaşı is one of the poshest areas of Istanbul, and closed to every center of city. The apartment has been furnished to a high standard throughout with all mod conveniences including: wifi, wired broadband, TV, washer / dryer, full kitchen & state-of-the-art home entertainment system: 42'' plasma tv, sky (satellite. This is a very clean and tidy bed-room. There is a empty wardrobe with plenty of room to store and hang your stuff. We have a cleaner that comes in every Thursday. The flat is in a secure and quiet building. The room itself is a good sized and nicely decorated double bedroom (incl. bedding and daily c... Read full description.

Tuesday, June 8, 2010

Zaman(sız) Sanrı


Sanki zamanlı yağıyormuş gibi yüzsüzce yağdı yağmur. Hala da yağıyor. Mayıs’ın 2’si. Ama ne önemi var ki şimdi zamanın. Ben burada durup dışarıda yağan yağmura bakıyorsam ve beynim tam olarak istifleyip şekillendiremediğim, onlarca, yüzlerce düşünceyle baş edemiyorsa zamanın ne önemi var.

Kifayetsiz zaman.

Hani yağmur yağmasa düşünmeyecek miyim tüm bunları? Elbette düşüneceğim ama yağmur üzerine sayıklamak ve bir yazıyı köşesinden yakalamak sırf yağmur yağıyor diye tuhaf bir ruh halinde olmak demek aslında.

Sayıklama ve tekrar.

Zaman(sız) Sanrı.

Nietzsche’ye katılmak mı gerekir “Beklemek ahlaksız kılar” dediğinde? Yoksa ona inat erdemli mi olunmalı? “Erdem uyumuşsa deha zinde kalkar'dediğini bile bile.

Nietzsche’yi inkar ettim. Nietzsche ÖLDÜ.

Şimdi dış dünya ile köprüler kurmalıyım. Duygusallığımı kabullenmeliyim. Yaratma güdülerim serbest kalmalı. Bir şeyler çıkmalı varlığımın biricikliğinden dışarı. Doğurmalıyım. Anima’ya bakmalıyım aynadan. Onun ağzından konuşmalı, onu teşvik etmeliyim ki bütünlenebileyim. Peki tüm bunları daha sosyal olarak mı yapabilirim?

Elbette ötekine ihtiyacım var. Bütünlüğümün tanımını öteki olmazsa yapamam. Beni ben olarak bütünlemem için ötekini de tanımlamalıyım. Ve öteki olmalıyım bir diğeri için. Yani sosyalleşmeliyim. Sosyalleştiğim oranda özgürleşebilir miyim peki? Böyle bir orantı kurmak mümkün mü? Bu orantı doğru mu işler ters mi?

Hayır sosyalleştiğim oranda özgürleşemem ya da özgür olabilmek için sosyalleşmemeliyim. Ne kadar sosyalleşirsem o kadar bağımlı olurum. Aynı zamanda özgürleştiğim oranda yalnızlaşırım da. Yalnızlaştığım oranda da özgürümdür dolayısıyla.

E sosyal insanlar olduğumuza göre yani insan doğası gereği sosyal olmak zorunda olduğundan doğası gereği özgür de değildir. İşte sırf bu yüzden özgürlük bir kandırmacadır insanın kendi kendine yarattığı. Önce özgür olmamak –sosyal olmak- için sistemler kurup sonra da özgürlük için savaşmak hangi hastalıklı zihnin sonucudur?

Buradan aslında hepimizin birer mazoşist olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz ama aynı zamanda sadist hatta faşist olan da bizlerizdir.

Passolini, Salo ya da Sodom’un 120 günü adlı filminde Marquis de Sade’ın fantezi dünyası ile –ki birçoğu gerçekten kurgusal olmaktan öteye geçemez ve sadece tekrardan ibarettir- Musolini’nin faşist diktasını öyle bir harmanlar ki “idarecilerin” faşizan tavırlarla dolu, Sade ile çeşnilendirilmiş işkencelerine maruz kalan “idare edilenler”’in, yemek sırasında faşist marşı söylenirken kendilerini tutamayıp coşkun bir şekilde marşa eşlik ettiklerini gördüğümüzde kanımız donar.

Buradan Foucault’nun Özne ve iktidar’ına geliriz. Aslında özgürlüğümüzü elimizden alan iktidar tavandan tabana yayılmaz. Yönetim üstte değildir. En alttan yukarıya doğru işler ve kendi içinde kendisini yaratır. Bu Foucault’nun “İçselleştirilmiş İktidar”ının ta kendisidir.

Yani sosyal olmak zorunda olduğumuza göre iktidar mekanizmalarını da oluşturmamız şarttır. Bilinçli ya da bilinçsiz yönetilmek durumundayız. O yüzde oraya buraya çıkıp da özgürlük, özgürlük diye bağırmayın çünkü tersini zaten siz yarattınız.

Normlar yaratınız, anormali tanımladınız normali koruyabilmek için. Ve ötekini, deliyi, suçluyu tanımladınız ki normal insanı onlardan koruyabilesiniz. Sonra polisiniz parladı kurtarıcılarınız olarak, sizi sizin kurallarınızdan ve sizden korudu. Suç ve suçluyu her zaman yeniden üretmek gerekiyordu ki polis paslanmasın.

Toplumsal ahlakı tanımladınız. Sokakta para karşılığı seks yapan kadınları fahişe olarak damgalayıp, toplayıp kapatırken kendiniz genelevler açtınız. Ortada vergi varsa sonrada üretilen toplumsal ahlak kurallarınızın şekli değişebilirdi. Pezevenklik kurumunu yeren devlet, halkın pezevengi olmuştu ama halkın haberi yoktu.

Toprak kokuyor şimdi buram buram. Hani romantik olayım diyorum. Toprak kokusu hafif bir müzik ve kırmızı şarap ama olamıyorum. Toprak, uğruna milyarlarca kan dökülen toprak, huzursuz ediyor düşününce. Ölüm anksiyitemi destekleyen klastrofobik bir hisse dönüşüyor toprak kokusu beynimde. Şarabı fon dipliyorum. Kekremsi tadında kan var.

Anlam arayışının yitmesi ölümün bile kifayetsiz kalması demek şimdi.

Hayyam’ın dizeleri çınlıyor beynimde;

Elimde olsa dünyayı küçümserdim;

İyisine de kötüsüne de yuf çekerdim;
Daha doğrusu bu aşağılık yere
Ne gelirdim, ne yaşardım, ne de ölürdüm

Özne olarak ben, uzamı zihin sürecimden geçiriyorum. Şeyleri yalın gerçekliklerinden alıp anlam bağlamında dönüştürerek simgesel evrenimin içine taşıyorum ve anlam boyutunda yeniden kuruyorum. Nesneler metaforik içerikler kazanıyor ve anlam arayışına geri dönüyorum.

“Anlamın anlamı sonsuz imadır” der Derrida. Evet, ima ediyorum. Sonsuz kere ima ediyorum. Bu bir sayıklama. Anlam belki de Marksizmin ileri sürdüğü gibi, görünenin ardındaki gerçeklikte değil doğrudan doğruya bu görüntülerin açık olarak sunduğu kodlar düzenindedir.

Anlamı kodlamalıyım. Belki de sanat yapmalıyım. Ama bir sanat eserinin içerdiği anlam özneden özneye değişiyor ve böylece yapıtın nesnelliği diye bir şeyden söz etmenim olanağı kalmıyor. Her birimizin gerçekliği farklı okuması ortada kendine özgü ilişkileri tarif edilebilen bir gerçeklik olmadığını da gösteriyor. Bir yandan gösterenlerin kendisi de gösterilene dönüşüyor ve bu Baudrillard’cı bakış açısıyla sonsuz değişkenlik halindeki bir durumdan mutlak bir anlam çıkarma olanağı kalmıyor.

Bu noktada da Post-anlam’ın göbek bağını kesmek durumunda kalıyoruz. Yani anladığımızı sandığımız her şeyi aslında baştan kurgulamalıyız.

Bu sonsuz bir sayıklama. Zaman(sız) Sanrı.

Bize özgürlük vaat ediliyor. Aslında anlamlandırma sürecinde özneye tanınan sözde sonsuz özgürlük, bütün eylemin boşuna olduğu iması ile bir başka tutsaklığın üstünü mü örtüyor? Matrix’deki ana kahramanın isminin Neo olması Neo-gerçeklik kavramına bir gönderme mi yoksa?

Photographer : Shen Wei









Shen Wei is a renowned Chinese choreographer, director, dancer, painter and designer. Shen Wei is recognized for his vision of an intercultural, interdisciplinary, original mode of movement-based performance, and his innovative blend of traditional Chinese opera, dance and music with Western performance art such as ballet.

Friday, April 30, 2010

Lost in Lotusland: Erte’s Hollywood Error


David Wolfe wonders why the great designer/illustrator failed in tinseltown.

It seems like a perfect situation. Embryonic Hollywood in the 1920’s on the look-out for talent to gild the lily, designers to glamorize the bevy of beauties becoming stars. Famous French designers who could deck the movie queens in costumes as lavish as could be imagined. Paris fashion, Hollywood hoopla...perfect match? It didn’t seem to work, though.Erte was already famous when he was summoned to Hollywood by M-G-M. His ornate, yet stylized and streamlined artwork graced the covers of Harper’s Bazaar and helped to visually define the era. Born Romain de Tirtoff in Russia, he was renowned for his extravagant Art Deco illustrations of women wearing astonishing creations, often dripping with beads and plumage. Though primarily an artist, Erte had worked as assistant to the great couturier Paul Poiret and designed costumes for the stage. He was a prime candidate for fame as a Hollywood designer.Erte’s initial attempt at designing for the movies was a total non-event. He was hired by William Randolph Hearst in 1919 to do sets and costumes for “Bal des Arts”, but the project fell through. Six years later, he hit town with maximum hype.The M-G-M publicity machine went into high gear to trumpet the arrival of Erte in 1925. He was treated like a star, installed in a hilltop house on Beechwood Drive in Hollywood, given a chauffeured limousine, two bi-lingual secretaries and was subjected to no fewer than 197 interviews with the press. Anticipation ran high because Hollywood costume at that time had very little to do with anything but pure fantasy and nobody was better at conjuring up incredible visions than Erte.However, the designs that seemed so delightfully bizarre and elegantly eccentric on paper just didn’t work. They overwhelmed the actresses who had to do more than strike poses in them. “Paris,” the film which was to have been his initial design project at M-G-M, was delayed due to script problems and he worked on three other films. “The Mystic” starred Aileen Pringle. He also created costumes for a masked ballet in “Dance Madness.” None of his designs, when realized, were as wonderful as his illustrations of them.Since then, other famous French designers tried to go Hollywood with varying degrees of success. Coco Chanel was another of M-G-M’s imports. She came, she saw, and didn’t much like the flashy vulgarity she saw. Audiences didn’t much like what she designed, either. Her little black dresses didn’t’ have enough pizzazz for the silver screen at that time. Elsa Schiaparelli didn’t come to Hollywood in person, but designed costumes for a Mae West movie. They were all re-designed by Edith Head. Marlene Dietrich, a devoted client of Christian Dior in her private life, wore his New Look creations in “Stage Fright” (directed by Alfred Hitchcock.) When Hubert de Givenchy’s couture creations were worn by Audrey Hepburn in “Sabrina,” it was a perfect match of star and designer. Their relationship upped the sophistication level of fashion in film. “Funny Face” is sublime, style-wise and “Breakfast at Tiffany’s” is the paramount paradigm of cinematic elegance.Today, glamorous fashion is seldom, if ever, seen in movies; it is only at The Golden Globes and the Academy Awards where stars parade and preen in creations by designers like John Galliano for Dior, Dolce & Gabbana, Oscar de la Renta and Karl Lagerfeld for Chanel. What a shame Erte died in 1990. His extravagant visions, dripping with pearls and swathed in furs, would finally find their perfect place on the Red Carpet of today.

Longing... Özlem...


Özlenenin de özleyeni özlemesini istemektir biraz da özlem.Onun da sizi özlediğini bildiğinizde özleminiz dineceğine harlanır. Zaman kimi koşullarda özlemi azaltırken kimi koşullarda da güçlendirir. Artık var olmayan birine duyulan özlemin zamandır ilacı. Her geçen gün özleminiz sizi daha az etkileyerek ama varlığını sürdürerek bir yerinizde ince bir sızı gibi, hali hazırda alevlenmeyi bekleyen bir kıvılcım gidi durur. Çok tehlikeli değildir ama kontrol altında tutamadığınız zamanlarda tüm kanınıza yayılabilecek kadar da yakıcı olabilir.Özleminizi yönelttiğiniz ‘O’ hala varsa ve onun sizden uzakta varlığını sürdürdüğü bilincindeyseniz zaman tuz basar yaralarınıza. Belki akan kan durur ama sızınız hiç dinmez. Her geçen saat özleminizi arttırır.O uzaktaysa özleminiz zamanla doğru orantılı olarak artmaya devam ederken dayanma noktanızda kilitlenmiştir artık. Uzakta olan O’nu özlersiniz, geleceği umuduyla özleminizi dizginlersiniz. Onun geleceği zaman yaklaştığında, geleceğine dair bilgiyi aldığınızda özleminiz azalacağına artar bu seferde. Dineceğine coşar. Mesafe azaldıkça özlem tırmanır, kavuşma zamanı kısaldıkça doruğa ulaşır. Özleyerek beklediğiniz O geliyordur artık. Hem de sizi özlediği için. Özlem kendini tamamlamıştır. Sizden da bağımsızdır şimdi. Özgürleşen özlem zaferini kutluyordur artık. Özlenen “O” özleyenine geliyordur. Ya da özleyen özlemini dindirmek için özlenene doğru yoldadır. Bu özlemin zaferidir işte. Burada her şey karışır,unutulur, birbirine girer birbirini tamlar, bütünler. Sadece özlem vardır dimdik ayaktadır.Ve “O”kapıdadır…

Saturday, April 24, 2010

Alex Gertschen & Felix Meier 13 QUEENS













Trainspotting....






1996 yılında Danny Boyle tarafından yönetilen ve Irvine Welsh' in yazdığı aynı isimli romandan sinemaya uyarlanan bir filmdir.Film Edinburgh' da yaşayan bir grup eroin bağımlısı genç ve onların hayatlarından bir pasajı anlatır. Filmin ana karakterlerini oynayan oyuncular; Ewan McGregor (Mark Renton rolünde), Ewen Bremner (Spud Murphy rolünde), Jonny Lee Miller (Sick Boy rolünde), Kevin McKidd (Tommy rolünde), Robert Carlyle (Begbie rolünde) ve Kelly Macdonald (Diane rolünde). Yazar Irvine Welsh' unda filmde, uyuşturucu satıcısı olarak kısa bir rolü vardır.Senaryo Walsh' ın romanından John Hodge tarafından uyarlandı. Film konu olarak uyuşturucu ile alakası olmayan train spotting (demiryolları ve trenlerle alakalı özel ilgiye sahip insanlar) isimli hobiye bir gönderme yapmamaktadır. Filmin adı doğrudan orijinal kitaptaki bir olaya, Begbie ve Renton' nın, Begbie' nin yoksul babasına Leith Merkez tren istasyonunda rastlamalarına dayanmaktadır. Baba onlara (zayıf ama espirili bir şekilde) trainspotting olup olmadıklarını soruyor.Film, İngiltere, Avustralya ve ABD gibi ülkelerde insanları uyuşturucuya özendirip özendirmediği konusunda tartışmalara yol açmıştır. Amerikalı senatör Bob Dole filmi daha önce hiç seyretmemiş olduğunu kabul etmesine rağmen, 1996 Amerikan başkanlık seçimi kampanyaları boyunca filmin ahlaki bozukluğunu ve uyuşturucu kullanımını yüceltiğini söyleyerek kötülemiştir. Tüm tartışmalara rağmen, film yaratıcılığı açısından övgüler almış ve aynı yıl içinde En İyi Senaryo Uyarlama dalında Akademi Ödüllerinde aday olarak gösterilmiştir. 1999 yılında film İngiltere' de BFI poll' da onuncu oldu ve 2004 yılında Total Film isimli dergi tarafından tüm zamanların en iyi dördüncü İngiliz filmi olarak gösterilmiştir.

The Birth of Venus











Martin Creed, Work No. 275: SMALL THINGS, 2003